Hey Gidi Günler Hey…
Başlangıcımız eski zamanlardı ama galiba onlar başka zamanlardı. Mahalle aralarına sıkışan çocukluğumuz, taşlardan yaptığımız kaleler ve hem oynayıp hem de maçı anlatan spiker gibi kendimizi seslendirişimiz. Spor güzeldi o zamanlar. Mahalle maçlarında yenildiğimizde ve çok üzüldüğümüzde bile mağlubiyeti kabullenmek vardı terbiyemizde. Benim en net hatırladığım ve de hatırladıkça en çok güldüklerim ise bu sokak futbolunun klişeleri idi. Aradan 30 sene geçmesine rağmen hala tebessüm ettirebilen o sihirli kurallar. Mesela topun sahibi mutlaka oynardı. Hatta isterse, hiç kaleye bile geçmezdi. 3 korner bir penaltıydı ve bu hiç tartışmaya açık bir kural değildi. Topu düşürmeden oynanan bir Alman kale ya da herkesin kendi küçük kalesini korudu- ğu ve birbirine gol atmaya çalıştığı ah o Japon kale yok mu? Hangi Playstation oyunundan böyle bir keyif alınabilir ki?? Adaletli olsun ve herkes her mevkiinin tadını çıkarsın diye gol atan kaleye teoremi çok kabul gören bir teoremdi. En tartışmalı zamanlarda kendi içinden vurulmak ise en acısıydı. Rakiple gol mü, değil mi tartışması yaparken, rakip birden o savunmasız bırakan cümleyi yani ”Bak adamınız gol diyor” cümlesini telaffuz edince, çaresizce kabul ediverir idiniz.
Bazen ya da çoğu zaman top en olmayacak yerlere kaçardı ve bir delikanlının cesaret gösterip onu oradan alması gerekirdi ya en çok ikilem yaşadığım yerler işte oralardı. Ama sonunda yiğitliğe laf getirmeden ve de korktuğumu hiç çaktırmadan, aslan yürekli Malkoçoğlu edasıyla alıp getirirdim.
Biz küçükken de herkes bir takımı tutar ve renklerini severdi. Ama sadece severdi. Maçlarda kendisinin spikeri olunca, en sevdiği oyuncu olurdu mütemadiyen. Ama kimse başka takımı tutan çocuklardan nefret etmezdi, zaten böyle bir şey olamazdı. Arkadaşlık, dostluk başka bir şeydi.
Bunları neden yazdım, neden gittim o güzel zamanlara? Çünkü biz aynı bizken, o renkler ve o takımlar yüzyılı aşkın süredir bu sahalardayken, ne değişti de biz böyle olduk? Birlikte maça gittiğimiz arkadaşlarımı bile tanıyamaz oldum. Rakip sahaya çıkınca, yaratık olabiliyormuş insan evladı. Bizzat şahit oldum.
Galiba bizim gibi çok kolay gaza gelebilen ve gruplaşabilen bir millete başka mecralar lazım. Tehlikesiz, huzurlu ve sakin. Tenis, golf, curling ilk aklıma gelenler. Ama yine de büyük konuşmamak lazım. Bizim nerede ne yapacağımız hiç belli olmaz. Düşünsenize Wimbledon erkekler finalinin maç sayısını bir Türk raket kullanırken ve hakemin ısrarla ”Silence please ” dediği o anı.
Arkada bir Türk grup omuz omuza ve ayakta; OOooo pınaaar başı burma burma, ya da oğlan bizim – kız bizim yapmaz mıydı sizce? Ya da ölmeye ölmeye geldik diye bağırmaz mıydı? Haklısınız ,görmeden bilemeyiz. Ama bildiğim bir şey var ki o da en kötü tezahürat bile Vuvuzeladan kat be kat iyidir. Bütün bunları sporun doğası kabul edip, mağlubiyeti de hazmetmeyi öğrenelim.
En güzeli de geçen gün bir tribünde gördüğüm pankart gibi olalım. Çok güzel yazmıştı gerçekten bunu yazan, o yüzden paylaşayım istedim. ”Biz şampiyon takımı sevmedik, sadece sevdiğimiz takımı şampiyon yaptık”
Kıssadan hisse… Kavgasız, gürültüsüz ve sporlu günler dilerim…